27 Kasım 2012 Salı

ÇÖL

Hakkıma düşen; iki ince aralık,
çatlak dudaklarım,
sonsuz kum, sıcaklık.
Eşsiz bir tabloya pek uzağım.
Kucağın' açan, yalnız, rahatsızlık.

Ya sarı, diyor ölüm,
ya zifiri karanlık.
Laf!
O seçiyor, ben ölüyorum.

5 Eylül 2012 Çarşamba

Her şey biter

Ne olacaksa bugün olacak. Uzun zamandır muallakta yaşamaktan bıktım, bir son gerekiyor artık, ya da bir başlangıç. Kafamı hala terketmemiş sadık bir tutam saçımı tarıyorum, oldukça çirkinim ama şansım olduğuna inanıyorum. Hem o da en azından benim kadar yaşlı, daha fazla yalnız kalmak isteyeceğini sanmıyorum.
Sokaktaki çiçekçiden bir demet gül istiyorum, genç çiçekçi demeti uzatırken gülümsüyor, tıpkı babası gibi. En son çiçek aldığımda bu delikanlının babası, karısının hamile olduğundan bahsetmişti. Zamanın nasıl geçtiğini suratıma vururcasına gülümsüyor hala, demeti alıp uzaklaşıyorum.
Her ne olacaksa bu gün olacak sevgilim. Tam 14 yıl 11 ay 15 gün 3 saat 5 dakika ve 3 saniyedir bu günü bekliyorum. 14 yıl 11 ay 15 gün 3 saat 5 dakika ve 10 saniyedir senin hayalini yaşıyorum, her gün yeniden ölüyorum. Bugün öleceksin sonunda, sonsuza kadar ölü kalacaksın.
Tramvayda seni düşünüyorum hala, kafamdan çıkman için bir şarkı mırıldanmaya çalışıyorum. Seni ağlatmasına rağmen ısrarla dinlediğin o şarkı geliyor aklıma, tramvayda ağlamak istemiyorum ama bir güç kafamda o şarkının susmasını engelliyor. "...ve tıpkı bu gün gibi güneşli olacak ben sustuğumda..." oysa ki, hayallerinle dalga geçercesine yağmurluydu sen sustuğunda. Suratını hatırlıyorum sevgilim, mutsuz bakıyordun, kendimi hala suçlu hissediyorum.
İneceğim durağa gelmek üzereyim. Suratımın ıslandığını fark ediyorum. Gözyaşlarımı durdurmaya çalıştıkça ağlamam şiddetleniyor. Kısa bir süre sonra hıçkıra hıçkıra ağlar hale geliyorum. Genç bir kız iyi olup olmadığımı soruyor. İyiyim, diyorum ve ağlamam daha da şiddetleniyor. Kendimi toparlamaya çalıştıkça daha beter oluyorum.
Bu sefer orta yaşlı bir adam, yardıma ihtiyacım olup olmadığını soruyor. İyiyim, demeye çalışıyorum, iç çekişlerim buna izin vermiyor. Bir durakta duruyoruz, kapı açılıyor, sen biniyorsun tramvaya. Tıpkı 17 yaşındaki gibisin sevgilim. Biner binmez bana bakıyorsun, gülümsüyorsun. Kalbim yine eskisi gibi atmaya başlıyor, kendimi yine genç hissediyorum. Yanıma kadar gelip, neden ağlıyorsun sevgilim, diye soruyorsun. O kadar heyecanlıyım ki, cevap veremiyorum. Bir süre kendimi toparlamaya çalışıyorum ama her zamanki gibi daha beter oluyorum. Eskiden olsa nasıl da güçlü hissederdim senin yanında. Sen yanımdayken dünyayı değiştirebileceğimi düşünürdüm. Şimdi sen yine yanımdasın, eskisi gibisin, ama ben o kadar zayıfım ki. Beni almaya mı geldin? Yoksa yine bırakıp gidecek misin? Haydi ne olacaksa olsun bu gün.
Kapılar tekrar açılıyor, içeri muazzam bir ışık doluyor, suratın yavaş yavaş siliniyor. Daha dokunamadım bile, öpemedim eskisi gibi.
-
Gitme...
Gitmek istiyorsan git tabii. Seni zorlayamam.
Ne olur yeniden gitme...
-
Kendime geldiğimde hala ağlıyordum. Prostatım, kontrolsüzlüğümü fırsat bilip pantolonumu ve yerleri imzalamıştı. Etrafımda kimse yoktu. Son gücümle çiçekleri tutuyordum hala, artık bir işe yaramayacak olsalar da bırakamazdım. İç çekişlerim şiddetlendikçe kafamda bir cümle vücut buldu: Her şey biter, bu da bitecek. Önce çiçekleri, sonra kafamdaki karanlığa doğru kendimi bıraktım.
Bitti.

27 Temmuz 2012 Cuma

Aynı

Rüzgarı hayal ederken buldum seni,
Bilemedim sarılmayı.
Rüzgarlar aldı da sözlerimi,
Yanında yaprak kımıldamadı,
Bilemedin sevdiğimi.

29 Haziran 2012 Cuma

Dur(ma)mak

Durmayı bilmiyoruz. Durmadan büyüdüğümüzden midir, bilinmez. Sakinlikle alıp veremediği olan insanlar olduk çıktık. Sesimizle boğuyoruz çevremizi. Muhabbete açılmıyor ağızlarımız, açılınca bireysel reklamlarımızı kusuyoruz. Ah azıcık sussak, bir oturup soluklansak, muhabbete yer açsak aramızda, neler kalkıp gidecek de yerini güzelliklere bırakacak o dopdolu kafalarımızda. Biraz dursak da düşünsek. Sonra yine oynarız durmadan, oyun bize ne buyuruyorsa.
O kadar az ki zamanımız; yetmemeye yemin etmiş, yetinmemeye yemin etmişiz. Hep ayaktayız, hep koşuyoruz, koşmayınca sıkılıyoruz. Yetinmemekten, yetişememekten şikayet etme saatlerimiz var. Çok önemli şeylerle ilgileniyoruz. Az önemli şeyleri, çok önemli oluncaya kadar erteliyoruz. Konuşuyoruz, anlatıyoruz. Gülmek istediğimizde ciğerlerimiz hamlamış oluyor, yalandan birkaç sesli nefes veriyoruz, karşımızdakiler inanmıyor güldüğümüze, ama zaten onların durumları da pek farklı değil. Sistem, diyoruz eleştirirken, bizi kuklaları yapmış, oynatıyor. Sonra oynamaya devam ediyoruz, bildiğimiz halde, elimiz çenemizde, durmadan, herkese anlattığımız halde...
Durmayı bilenlerin bir kahramanı var: Çay, oturan insanın içkisi. Dinlenmek için oturmaz çay içen. Yorulduğunda kalkıp turlar; bacaklarım açılsın biraz, der. Herkes sussa bile muhabbet vardır çay içilen ortamda, sessizliğe lüzumsuz anlamlar yüklenmez. Durmayı bilmeyen bizlere selam olsun ki, çay içmeyi de bilmiyoruz.Bir ara, çay içmek için oturup, dinlenmek için kalkmak istiyorum.
Urfa'ya gitmek, güneş batana kadar zamandan bihaber olmak istiyorum. Bir hayatın, bütün dünyanın gürültüsünü utandıran, durgunluğa saygıda kusur etmeyen seslerini dinlemek istiyorum.
Bir gün çok önemli olmasını dileyerek, şimdilik durmayı da, çayı da, Urfa'yı da erteliyorum.



- Durduktan sonra oyuna katılmak zordur.
- Olsun, katılırız.

15 Mayıs 2012 Salı

Oyun

Köpekler haybeye sıçıyor, Sadık!
Toprak düzenle örtülmüş.
Kibir suya yol gösteriyor,
bilmeyen, öğrenmek isteyen yok.
Herkes duruyor.
Hem, durmalı oyun mu olurmuş!
Haydi koşalım azıcık.

Bak, hava soğudu, herkes gitti.
Sanırım, oyun bitti.

11 Nisan 2012 Çarşamba

Kadeh


Bir kadehim olsa, rakımı doldursam içine.
Buzları tek tek bıraksam susuz rengine.
Bir kadehim olsa kıvrımsız ve sade,
                                                baştan sona tekdüze

Bir de sofrası olsa kadehimin,
Mezeleri rengarenk.
Beyaz masa örtüsü, herşey pare-i yek.
                                                çatal sesleriyle neşelensek!

Bir müziği olsa kadehimin, şöyle eskilerden.
"Şerefe" diye ritm tutsam ya!
Söylesem her demden, umuttan, kederden
                                                Fazla yükselmeden.

Bir de kadehi olsa şu kadehimin,
ince, uzun, kıvrımsız ve sade.
Bir araya gelince çıksa sesleri sadece,
                                           ege sahilinde sessizce

8 Nisan 2012 Pazar

Mülteci



Kovuyorlar, ne yapabiliriz ki biz. Durup dururken bir ülkeye göç etmeye zorlanırsın, orda yaşamaya çalışırsın. Kimsenin dilini kültürünü yaşayışını bilmezsin. Anlayamazsın dediklerini. İnat edersin, karnın açmış, evsizmişsin, önünü göremezmişsin umrunda olmaz. O ülkede kalmaya çabalarsın. Ama sana derler ki geldiğin yere geri dönüyorsun. Neden diye sorduğunda, dilimizi bilmiyorsun derler. Sana yapmanı söylediğimiz hiçbir şeyi yapmadın derler. Sen zorla getirildiğin o ülkeden, ülkenin sahiplerini anlayamadığın için kovulursun. Evine dönersin, başka bir yere göç etmek için. 
İşte bu yüzdendir erkeklerin mülteciliği.

3 Nisan 2012 Salı

Rüya

Tek nefeste buluşmalar mevsimi,
yeniden başlıyor.
Karanlık bir denize bakmakla geçiyor
geceler. Bakmalarımız sonsuz kadar.
Deniz bitmiyor.
Anlatırken: Rüya gibi, diyorum.
Oysa hatrımda tüm olup bitenler.

Tanışma masalını anlatıyoruz karşılıklı
                                                 ezberden.
Bol kekikli kokoreçler, az acılı.
Pala'nın yine bıyıkları gülüyor,
lezzet damlıyor pis ellerinden.
Az sonra mutluluk kokuyor ağızlarımız,
şımarıklık kusuyorlar.
Kahkahalar başlıyor, tekrar.

Bir koca senenin bittiği
durmadan kısalan, uzun gecelerden
anlaşılıyor yine. Yakın zaman nostaljisi
çalmaya başlıyor kafalarımızda.
Dünden, belki önceki günden
bahsediyor yankılar.
Durmuş, her zamanki banklarda
hareketin çevremizi terk edişini
seyrediyoruz.
Yalnız kalıyoruz, sahil hala sonsuz.

Özlemek geri geliyor çok geçmeden.

Bazen
yaz gibi oluyor geceleri,
canım kokoreç çekiyor.

20 Şubat 2012 Pazartesi

Aniden





-Bir kere olsun şu anahtarı ilk seferinde bulayım. Çok da zor değil ki... 4 tane siyah olan değil, o tek başına, beyaz renkli olan kapıyı açan.

Nihayet girebildim içeri, o soğuk, varoş kokan evime. Çantaları yere bıraktım. Çok ağırlar! Etraf karanlık. Elimle duvarı yokladım ışığın açma kapama düğmesini bulabilmek için. Aylardır buradayım hala alışamadım yerine, bulamıyorum ezberimden. Işıkları yakmamla beraber, duvara bitişik olan kalorifer peteğinin üzerindeki siyah renkli ilaç kutusu çarptı gözüme. Burda unutmuşum, çok aksattım ilaçlarımı. Ayakkabılarımı çıkardım, beyaz fayanslar üzerinde bırakarak onları, girdim içeri. Ev çok soğuk. Kombiyi yaktım. Hala soğuk... Isınmam gerek!

...ve cevap bilgisayarımın ekranından geldi. Anahtarlarımın sorduğu sorunun cevabı ondaydı. Beyaza nasıl ulaşırım?

Ekran açıldığında ışığı zayıftı, abartıcı kimliğimi de katarsam, ekran simsiyahtı, güç kablosunu kontrol ettim, yerinden çıkmıştı kabloyu düzelttiğimde parladı ve bir şeyler söyledi. Beyaz için çaba lazım dedi. O an farkettim ki güzel bir muhabbet doğmak üzere. Bekle iki dakka dedim, içeri gidip kırk iki dakikalık altı tane çarşaf ve bir miktar kaçak tütünümle beraber dolaptaki şarabımı alıp geri geldim. Karşımda, görmüş geçirmiş bir abi edasıyla sırıtıyordu bana. Tam konuşacaktı ki dur dedim ve sigaramı sardım, şu tütünün kalitesine bak dedim önce bir koklayarak, sonra da rengini gösterdim ekrana. Simsiyahtı.

Elimde sarma sigaram, henüz daha yakmamışım, sordum; beyaz için çaba lazım derken?

Yak sigaranı dedi bana.
Yaktım, çek dumanı dedi çektim, bırak dedi...
Her yer bembeyaz dumanla kaplandı, bir daha çektim bir daha bıraktım, o simsiyah tütün bembeyaz olmuştu, heyecanlandım. Başka?

Aç şarabı dedi bana.
Açtım, doldur bardağa dedi, doldurdum, bak dedi...
Bardakta bembeyaz şarabım duruyordu dingin bir şekilde, o simsiyah şarap şişesi bembeyaz şaraba dönüşmüştü, mutlu oldum. Başka dedim tekrar.

Kapat ışığı dedi bana.
Kapattım, bak dedi etrafa, baktım...
Etrafta yalnızca beyaz renkli eşyalarım görünüyordu, diğerleri yok olmuştu, biraz buruldum.

Gözlerini kapa dedi bana bu sefer.
-Uyumak istemiyorum!
Uyumayacaksın korkma, beyaza ulaşmayı öğretiyorum sana dedi.

Onun bu bilge tavırlarının beni etki altına almasına karşı koyamadım, gözlerimi kapattım.
İşte o meşhur beyaz ışık!





30 Ocak 2012 Pazartesi

Gerek

Alıştıklarımdan çok farklı bir melodi geliyor uzaklardan. Hava yapış yapış. En azından kuruyarak ölmüyorum. Hayatımı bütünüyle değiştiren bir şeylerden bahsediyorlar, sürekli! Sıkıldığım ilk hikayenin ne kadar heyecanlı olduğunu anlatıyorlar. Kendi hikayemi bana satmaya çalışıyorlar, böylece başkalarına satabilirmişim. Liberalizm, kapitalizm, -izm... Yataktan çıkmak, aynı şeyleri dinlemek istemiyorum. Yataktan çıkmam, aynı şeyleri dinlemem gerekiyor.
Uyuyamıyorum, çok sıcak. Hareket ettiğimde, terden sırtıma yapışmış çarşaf da benimle beraber geliyor: eylemlilik ilkesi, "Her şey birlikte hareket eder". Bir düzine insanla birlikte seyahat etmem gerekiyor. Bir kısmının işlevi yalnızca beni korumak. Korunma konusundan rahatsızım, korunmak için biraz geç kalındığından bahsediyorum, "Görevimiz bu efendim!" diyorlar. Efendim?
Yataktan kalkmamam için anbean ağırlaşan bir hava var. Hava durumunu sunan bronzlaşmış kadın tam olarak böyle tarif etmese de, şu an çevremi saran havanın başka bir işlevi yokmuş gibi geliyor. Ne hoş kadın! Havalı!
Kalkıyorum. Nemin içinde yüzerek hareket ediyorum. Sıcacık nemin içinde, boğularak yüzüyorum. Bu mevsimde üşümem gerekiyor benim! İçimden üşüyorum, dışımdaki her şeye onlar karar veriyor: beni korumakla görevli olmayan, düzinenin geri kalanı.
Düzineyi düzenleyen bir tanesi var. Böylelerinin güzel olması gerekir. Bu da güzel! Programımızın gerisinde kaldığımızdan bahsediyor. Üzgün gözüküyorum, burada üzgün gözükmem gerekiyor, üzgünüm, diyorum, burada; üzgünüm, demem gerekiyor. Havanın sıcaklığından söz açmaya çalışıyorum, beni hiç sevmiyor. Sanırım ukala ve kendini beğenmiş biriyim onun gözünde. Gözleri çok güzel. Benden biraz daha az nefret etmesi işime gelirdi. Beni seven binlercesini göreceğimi söylüyor, bana dokunmak isteyen yüzlercesi. Terledim, diyorum, dokunmak istemezler. İsterlermiş. Oysa ki ben elimden gelse kendime dokunmamak için bedenimden ayrılacağım. Bütün bunların beni şımartmasından korkuyormuş, gülüyorum, burada gülmem, sevimli gözükmem gerekiyor.
Gerektiğim için yaşıyorum. Bir düzine insanın, binlerce insana beni sevdirmesine yardımcı olmak için, binlerce insanın kendi paylarına düşeni ödeyerek, bir düzine insanı zengin etmesini sağlamak için. Alışkanlıklarıma, sevdiklerime, nefret ettiklerime, söyleyeceklerime, söylemeyeceklerime karar veren insanlara istihdam yaratmak için hayattayım. Bana benim hikayemi tekrar tekrar anlatmalarına müsaade etmemin tek sebebi, bu yardıma muhtaçlıklarını gözardı edemeyecek kadar yumuşak kalpli olmam. Buralarda yumuşak kalpli olmam gerekiyor.
Neme eşlik eden melodiye yaklaşıyoruz. Güneşin, memleketime düşürdüğü ışıktan çok başka türlüsünü düşürdüğü topraklarda büyümüş insanlar beni bekliyor. Bu yabancı melodiyle yetişmiş, bu yabancı ışıkla bronzlaşmış, bu yabancı havayı solumuş insanlar, buralarda, kuzey ülkelerindeki palmiyeler kadar yabancı duran beni bekliyorlar.
Benim hikayemi bana tekrar tekrar satanlar, beni, hikayemle aynı hediye paketinde onlara satıyorlar. Egzotik bir esintinin eşliğinde hareket ediyorum, esinti ve ben: Bay egzotik. Benim alışkanlıklarımı şekillendirenlerin, işlerini şansa bırakmadıklarını görüyorum. Herkesin alışkanlıkları aynı ellerden çıkmış, el yapımı, dolayısıyla daha pahalı.
Gülüyorum, imzalıyorum, sarılıyorum, poz veriyorum, sarılıyorum, öpüyorum, öpülüyorum, sarılıyorum,
imzalıyorum, gülüyorum, sarılıyorum, gülüyorum, imzalıyorum...
Gülmem, imzalamam, sarılmam, poz vermem, sarılmam, öpmem, öpülmem, sarılmam, imzalamam, gülmem, sarılmam, gülmem, imzalamam gerekiyor.
Sıkılıyorum. Çok sıcak. Dönmem gerekiyor. Aslında programımız dönmekten bahsetmiyor ama benim dönmem gerekiyor. Hızlı dönersem serinleyebilirim.
Melodi susuyor. Ben, susuyorum. Burada su içmem gerekiyor.

16 Ocak 2012 Pazartesi

Bir şeyler

Aşktan bahseden bir şeyler
yazsam ya yine, kimseler
bilmese, bilmek istemeseler.
Bir kendim anlayayım diye,
bir bok anlamadan anlatayım.
Merak etmesinler, üzülmem,
                                   merak etme.
Bölüyorsun bilmeden,
birden fazlayım,
durmuş anların her birinde
teker teker durmuş bekliyorum,
anlar birikir bir bütün olur,
anlarım belki diye.
Nefessiz kaldığım herhangi bir anı yazsam
zaten bahsederim aşktan, bir şeylerden.
Anlamasın kimse, merak etmesin,
ben "bilmiyorum", kimse bilmesin.

10 Ocak 2012 Salı

O Artık Bir Ölü!


...Sonra ayağa kalktım, etrafımda bir yığın insan bana bakıyorlar!

Göz kapaklarını açmakta zorlanan "uykusuz" gibi, güçsüz ama bilinçliydim bir zamanlar. İnat da ederdim o gözleri açmak için. Ama bilmek herşeye yetmiyordu. Tecrübe de etmek gerekirdi, dışarısının tozlu olduğunu, fırtınanın çoktan koptuğunu. Gözünü açarsın, toz kaçar, tekrar kapatırsın. Bu sefer hem güçsüzsündür, hem bilinçsizsindir hem de telaşlı ve gerginsindir. Değer miydi uykudan uyanmaya? Değdi. Gözlerimi ovuşturdum tozu çıkarabilmek için, gözyaşı da beraberinde geldi, elime bulaştı. Gözlerimi açtığımda bu sefer etraf bulanıktı, bu bulanıklık, sekiz on yaşlarımdayken pazar günü duştan çıktıktan sonra çantamı hazırlamak için odaya gittiğim zaman etrafta gördüğüm, ütü gününün buharlarının yarattığı etkiyle aynıydı. Her şey, her yer çok temizdi ama fazlasıyla...Biraz da ıslak! Toz parçacığının sebep olduğu bir iki damla göz yaşımı silmek için cebimden bir mendil çıkardım. Katlıydı, bir güzel açtım. Yavaşça gözlerime doğru yaklaştırdım ve o gözler yine kapandı. Şimdi güç yine yok ama herhangi birtelaş ya da gerginlik de yok, huzur ve güven var biraz, bilinç kelimesi ise henüz anlamsız, henüz sorulmamış! Göz yaşlarımı sildikten sonra açıldılar, o bulanıklık da gitmişti. Hayır, güneş!!!

... Ben yürüdükçe geriye doğru çekilmeye başladılar, onlar çekildiklerinde ben de geriye doğru bir adım atıp yönümü değiştirip diğer tarafa doğru yürüyordum, çekiliyorlardı, dönüyordum korkuyorlardı.

Aniden parladı, önce kısıldılar, kapanmaya çok yakınlar. Öylece kaldılar. Direndi gözlerim kapanmamak için. Kim bilebilirdi ki elimin istemsiz olarak gözlerimi kapatacağını! Ama güneşi bir anlık da olsa görmüştüm. Artık hem elim kapamıştı gözlerimi hem de güneş...kamaştırmıştı...kapalıydılar bir süreliğine. Bu sefer "güç"? Umrumda değil. Umut vardı ve bilinç arkamda kalmış. Artık herşey reflekslerimle kontrol ediliyordu. Telaşlı bir huzur vardı bir de üzerimde, kafa karıştıran şairlerin deyimiyle. Önce dizlerimin bağını çözdüm, kendimi serbest bıraktım biraz ürkerek, sonra sırtımı çimlere emanet ettim, yüzümü gökyüzüne çevirdim ve şimdi isteyerek büyük bir bilinçle kapatıyorum gözlerimi, ellerimi de yanıma bırakmışım! Dakikalar geçmişti içimle birlikte ve ani bir çocuk çığlığıyla irkildim. Açtım gözlerimi.

...
-Hepiniz burdaydınız!
-Bırakmadınız gözlerimi açık!
...
...
-Bakmayın öyle, suçlu sizsiniz, sizsiniz!
...
-Ben katil değilim, hepiniz birer katilsiniz!
...
...
-İstediğinizi yaptım ve gözlerimi kapadım. Söyleyin hadi nerde şimdi o çığlık atan çocuk?