Bir metropolu metropol yapan en önemli özelliği insanıdır. Sonradan öğrenilmiş toplum yaşamının sonradan görme bireyleridir metropol insanları. Hazır alınmış, mikrodalga mahareti yemeğin mideye oturması gibi hazmedilemez bir hal almaktadır bu model.
Bu çılgınlığın temsilcilerinden biri de benim. Kravatına kadar itina ile ütülenmiş takım elbisem de bu kutsal görevimde benim için seçilmiş olan üniformam. Görevlerim oldukça basit aslında; sabahın köründe şehrin kiraları daha ucuz bir bölümünden, iş merkezlerinin, plazaların, yüksek binaların olduğu bir bölümüne seyahat etmek, saatlerce aynı odanın içinde şehrin diğer ucuz kiralı bölümlerindeki insanlarla telefon görüşmesi yapmak, akşamında aynı yolu ters istikamette seyahat etmek. Sosyal yaşantım; bana uygun görülen görevin sağladığı statü çerçevesinde şekillenmiş, dengi dengine çalan davulların bozuk ritimlerle şarkılar çalmaya çalışmaları kadar.
Bir metropollu olarak hiçbir şeyden memnun kalmam, her şeyin daha iyisinin yapılabileceğine, yapılmak istenmediğine inanırım. Değişim için elimden sayısız şey gelebilecekken, yapabildiğim tek şey hayıflanmaktır. Bu çoğu zaman kendimin bile zor duyabileceği bir mırıltı şeklindedir. Alenen hakkım yenildiğinde dahi yandaşım olmadan sesimi yükseltemem. Dışarıdan bakıldığında zavallılık gibi görünebilir ama buna mecburum. Tek başıma yaptığım her şey mevcut düzenimi bozabilecek bir risk niteliğindedir. Gerektiğinde, boğulmamak için sarılıp boğabileceğim bir can simidi, yani bir yandaş olmadan bu riski alamam. Popüler fikirlerin rengine göre renk değiştiren fikirlerim, başkaları tarafından savunulduğunda ihtiyacım karşılanmış demektir, can simidim derdini, derdimi anlatmış ne de olsa.
Görevimi kusursuz bir şekilde yerine getirebilmem için her şeyden önce meraksız olmam gerekir. Çünkü merak çoğu zaman vicdanın, vicdan da yardımın ebesi konumundadır. Yardım ise metropolun kesinlikle kabul edemeyeceği kadar çağ dışı sayılan eski bir gelenektir. Sokakta düşüp bayılan birine yardım etmek için kalabalığı yaran "açılın ben doktorum" klişesi bugün köyüne dönüp tarlasıyla uğraşabilir, burada artık böylelerine ihtiyaç kalmadı.
Kendimi düşünerek, koruyarak geçirdiğim hayatımı, başkalarıyla ilgilenmeyerek daha hızlı geliştirebiliyorum. Bu yöntemi, benden önce, köyden şehre gelip köyde kalanlarına siktir çekmek pahasına tecrübe eden büyüklerimden öğrendim. Fakat başkasının tecrübeleriyle yaşayan her zavallının düştüğü duruma ben de düştüm sanırım; ezberlediğim yaşanmışlıklarla yaşadıklarım örtüşmedi, ezber bozuldu, ilgisizliğim kontrolden çıktı:
Kalabalık bir ortamda, silah sesini duyan her insanın yapması gereken şey silah sesinin geldiği yönün aksine koşmaktır. Bunun şehirle ya da metropolle bir ilgisi yoktur. Temel bencilliktir, her insanda görülür. Ezberden yaşadığım metropol insanlığımın bana kazandırdığı bencillik artık o kadar büyüdü ki, bazen temel bencilliğimi bile unutuyorum. Kendi hayatımı umursamayıp; "Bir bu eksikti!" diye monotonluğun bozulmasından dert yanıyorum. Kusursuz bir kayıtsız olmama çok az kaldı.
Bencilce ölmeme çok az kaldı.
Sevgiler,
Can Simidiniz
9 Aralık 2010 Perşembe
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
1 yorum:
Tam da iki gündür düşündüğüm konu aslında. Belki ikimizide aynı sebepten düşündürmüştür. Sürü psikolojisi vardır ya hani.. Gerçekten beğendinmi yoksa sürüye mi uydun diye sordurtur insanı. Metropolun değilde birlikte yaşamanın gereği sanırım bencillik. Fikirlerine örtüşmeyen birşey varsa ve bencilsen koyunsun. Fikirlerine örtüşmeyen birşey varsa ve cesaretliysen anarşistsin. Fikirlerine örtüşmeyen birşeyi insan gibi çözmenin bir yolu yok bu düzende. Ya sindirilmeye çalışırlar, karşın seni yıkmaya çabalar. Yada sürüye yenik düşer yenilgiyi kabullenir. Her iki durumdada koyunlar vardır ama, kurtlar sürekli değişir.
Yorum Gönder