7 Kasım 2010 Pazar

Çocukluk


Koltuğa ayakkabılarımla bastığımı görürse azar işiteceğim yine, ama kalemlere ulaşmamın tek yolu bu.
Babam yine bir pazar sabahı kahvaltıdan sonra, "Haydi oğlum seninle işe gidelim" diyerek beni kandırdı ve ben yine bir pazar günü babamın dükkanında yalnız oturuyorum. "Oğlum sen bekle ben birazdan geliyorum", sıkıcı dakikaların başlangıç cümlesi, yine geldi ve buldu beni bana oldukça büyük gelen patron koltuğunun üstünde. Pazar günü oldukça tenha olan bir sokakta, aslında kapalı olması gereken bir dükkanda yalnız kalıyorum. Doluyken bile oldukça sıkıcı olan bu mekanda yalnız geçirilen birkaç dakika bile sıkılmaya yetebiliyor. İmdadıma yetişecek şeyler de genelde masanın ulaşılması en zor kısımlarında duruyor. Bu seferki kurtarıcılarım kalemlikten bana bakıyorlar. Ulaşmak için koltuğun altımdan kaymasına sebep olabilecek bir pozisyonda birkaç saniye uzamayı beklermiş gibi duruyorum ve parmağımın ucuyla kalemliği deviriyorum. Artık yetişebileceğim mesafedeler. Rengarenkler!
5 yaşındayım. Çevrem, yaşıtlarımdan daha zeki olduğumu düşünen büyüklerle dolu. Yaşıma rağmen beklentileri oldukça yüksek. Erken olmasına rağmen okumayı ve yazmayı bana öğreterek tezlerinin doğruluğunu ispatlamaya çalışıyorlar. Her fırsatta tanımadığım büyük insanların önünde kağıt ve kalemle şovumu sergilememi istiyorlar; "Haydi oğlum adını yaz da Nejat Amcan görsün" cümlesindeki Nejat Amca bu eskimiş cümlenin kim bilir kaçıncı misafir öznesi. Oysa ki ben yazmak değil, karalamak istiyorum. Bir şey anlatmak için cümle kurmak yerine ağlamak istiyorum. Ben 5 yaşında olmak istiyorum, zekam onların olabilir.
Masanın üstünde farklı renklerde yazılmış bir sürü şey var, babamın yazısını okumak çok zor ama işiyle ilgili cümleler yazdığını tahmin edebiliyorum. Bir de bazı sayılar ve isimler yazmış. Mavi bir kalemle bir numarayı ve ismi yuvarlak içine alıyorum. Bir başkasını kırmızıyla, başkasını yeşille. Babam bu kadar renkle ne yapıyor olabilir ki? Daha sonra kocaman kahverengi bir çizgiyle kağıdı ortadan ikiye bölüyorum. Solda kalan yazılar turuncuyla kapanmayınca siyah ve lacivert yardımına yetişiyorlar. Yeşil ve kırmızı da sağdaki yazıların üstünü kapatıyor. Aynı anda iki elimle çizmek kağıttaki beyazların daha hızlı kapanmasını sağlıyor, babam her an gelebilir. Sürekli farklı renkler deniyorum ve bir süre sonra kağıt anlatmak istediğimi anlatacak dilde konuşmaya başlıyor, boyayamadığım küçük alanlar zenci mahallesindeki beyaz azınlık gibi duruyor. İki kolumda da tatlı bir yanma hissi var. Burnum ve alnım terle kaplı. Eğlendim, gülümsemem koltuğu dolduracak kadar geniş. Babam geliyor, kağıdı görür görmez kızmaya başlıyor. Gülümsemem duvara yapıştırılan bir sinek kadar hızlı ölüyor. Her şeyi berbat ettiğim yetmezmiş gibi bir de utanmadan terlemiş olmam hepten köpürmesine sebep oluyor. Bu yaşta terlemenin büyük suç olduğunu her seferinde unutuyorum. Kızgınlığının dozu, ağlamaya hazırlanan suratımda gördüğü mimiklerle azalıyor. Ağlamaya başladığımda çoktan sakinleşmiş bir halde bana bakıyor. 5 yaşındaki bir çocuğun karşısında haklı olmanın pek bir anlam ifade etmediğini hatırlıyor. O kadar mutluyum ki saatlerce ağlayabilirim.
Hayatım boyunca zekiliğimle övünüldü doktor bey. Zekiydim çünkü ben onların çocuğu, onların kardeşi, onların akrabası, onların arkadaşıydım. Zekiydim çünkü Türk'tüm. Zekiydim çünkü ben asla ben olamadım. Oysa ki o aptalların hepsi benden çaldıklarını kendi benliklerinde yaşıyorlardı. Şimdi tutmuş bana "Çocukluğunuza inmemiz lazım", diyorsunuz. Büyüyene kadar büyükler gibi davranmaya zorlanan birinden yanlış şeyi istiyorsunuz. Ben çocukluğuma inemiyorum doktor! Becerebilecekseniz siz buyrun.

0 yorum: