21 Haziran 2011 Salı

Sabit Kaçak

Sabitliğimizi, cıvıltılarla işlenmiş sosyallik örtüsüyle örtüp saklamaya çalışıyoruz. Kişiliğimizi, bilimsel araştırmaların kazandığımızı iddia ettiği yaşlarda kaybettik. Tabldot diyetimizin el verdiği ölçüde beslendik, besleniyoruz. Şimdilerde Meksika usulü tabldotlarla da kandırabiliyoruz kendimizi. O kadar sabitiz ki... Hafta sonu gelsin diye ruhumuzu uygun fiyata bırakabilecek kadar da sabitliğimize aşığız. Pazartesi sabahı patronumuza, hocamıza, trafiğe, paraya ettiğimiz küfrü, cumartesi günü, rakip takıma, trafiğe, tanımadığımız herkese, tanıdığımız herkese ediyoruz, tek bir kelimesini değiştirmeden.
Sabitlik aşkı ilk kez güvensizliğin hissedilmesiyle doğar, günümüzde aşktan ziyade, alternatifsiz bir din gibidir, herkesin kayıtsız şartsız bağlı olduğu bir din. İnsanoğlu güvenemeyeceği onca insana karşı bu dine sarılır. Bu uğurda neredeyse tüm gençliği boyunca önceden belirlenmiş kurallara uyarak, önceden doğruluğu tasdiklenmiş bilgileri öğrenir, şanslıysa arada bir itiraz eder. Çoğu zaman bu şansa sahip olsa bile, itiraz ettiğinde sabitliğini riske atmış olacağından bu şansını kullanmaz. Bir süre sonra, riskten epeyi uzak kalan birey, sarsılmazlığını garantilediği rutine kavuşur, sabitliğinin altın çağını yaşamaya başlar. Bu tam da, sorumluluğunun arttığı döneme denk gelir. Sorumluluk o kadar yoğun gelir ki, durup rutinden sıkılacak vakit bulunamaz. İstisnalar, elini riskin beline dolayıp kendilerine çekecek kadar şanslılardır, dediğim gibi, çoğu zaman bu şansı kullanmazlar.

44 yaşındayım. 19 yaşımdan, 2 ay öncesine kadar çevreci bir örgüt için çalışıyordum. Başlarda o kadar eğlenceliydi ki... Okul dışında tüm saatlerimi çevreci eylemlerimizi düşünerek geçiriyordum. Yeni tanıştığım sorumluluk bilincini ciddiye alıp sabitliğimden kurtulma fırsatına dönüştürmeye çalışıyordum. Doğanın bana ihtiyacı vardı, peh! Tam 25 yıl geçti, doğa büyük ihtimalle beni fark etmedi bile. Yaratıcı sloganlarımı, geri dönüştürülebilir malzemeden yaptığım pankartlarımı umursamadı. Benden daha hızlı yaşlandı bu 25 yıl içinde, ama benden daha genç gözüküyor. Kıskanıyorum, sinirleniyorum. Uğruna bunca emek döktüğüm, kafa yorduğum, nefret ettiğim rutine saplanıp kalmayı kabul edebilecek kadar yardıma muhtaçlığına inandığım doğanın, herkesin rutininden beslenip değişkenliğini koruduğunu gördükçe deliriyorum. Kahramanlığım, kendi zavallı kafamda hapsolmuş.
Sabitliğimi göremeyen, gelecekteki nükleer felaketleri görebildiğini iddia eden zavallı bir çift göze sahibim. Lazer ışını fırlatmasalar da kahraman gözleri onlar. Sol 2.75, sağ 3.25 miyop. Bir de yaşın getirdiği hipermetrop var artık. Pes ettim. Evden nadiren çıkıyorum. Geçen 25 yıla inat, münafıkça sprey deodorant kullanıyorum, koltuk altlarımı serinletmesi hoşuma gidiyor. Tüketeceklerimi, geri dönüşmeyeceğinden emin olmadan tüketmiyorum. Hepsinden önemlisi, yaptıklarımın beni doyurmaya, doğayı kurtarmaya, rutini bozmaya yetmediğini hatırladıkça: SIKILIYORUM.
"Rutine saplanmamak için neler yapabilirim?" sorusuna cevap arayarak yaşadım bugüne kadar. Her seferinde cevabı rutinin içinde buldum. O kadar geniş ki sabitliğin yelpazesi, o kadar kolay ki sabit kalmak, bir an başka bir yüzle, başka bir an yeni bir yüzle karşıma çıkabiliyor. Sürekli kaçtım, sürekli kucağına doğru koştum. Düz olmayan biri olmaya çalıştım hep. Sesim inadına yüksek çıksın istedim. Ne yaparsam yapayım olmadı, hep kısa sürdü kaçışım, yine kürkçü dükkanına döndüm. Hayatım boyunca olduğu gibi şimdi de sabitliğim kara bir bulut gibi tepemde, kısa bir süre için rengarenk bezenmiş bir şemsiye var aramızda, yakında o da gider, sırtımı yeni bir yere yaslarım, daha uzun sürmesi için yalvarırım.

17 Haziran 2011 Cuma

Çalar Saat - Klişetopya

Çirkin, alışılmış bir ses, önce duvarlara, sonra yüzüme çarpıyor. Evimin solgun duvarları, gökyüzünün ucuz bir taklidi kadar mavi. Güneşin sarı ışınlarının ulaşamadığı bir yerde yaşıyorum. İçerisi bembeyaz, masmavi, pekiştirilmiş gri. Çıplak ayağım, her sabah, yumuşaklığını ve gerçek rengini yıllar önce kaybetmiş zavallı halıma değiyor. Halım da büyük ihtimalle zavallı ayaklarım için aynı şeyleri düşünüyordur. Çalar saatime bakıyorum, hayatım boyunca onun bana baktığı kadar sert bakamasam da, o nefret dolu suratı onun beni yıllar önce susturduğu gibi susturuyorum. Bu, hükumetin aklına gelmiş midir acaba? Belki de bu çalar saatlerin amacı budur; insanların küçük intikamlarla güne başlaması için, bu zavallı tecrübeyle her sabah yataklarından daha mutlu ve daha hırslı kalkmaları için dağıtılmış olabilirler.
Her sabah yaşadığım şeyleri komşularım, arkadaşlarım, isimlerini çoktan unuttuğum akrabalarım da yaşıyor. Bundan eminim, çünkü yaşadığımız topraklarda, her sabah aynı saatte bütün evlerden aynı ses yükseliyor, aynı alışılmış, çirkin ses. Ben çok küçükken, yani hükumetin iktidara geldiği günden çok çok sonra, vatandaş başına bir tane düşecek sayıda çalar saat dağıtıldı. Özel üretilen bu çalar saatlerin kurma kolu yoktu, kaçta bağıracakları zaten belliydi, tekrar ayarlanmalarına gerek yoktu. İlk başlarda eğlenceli gelmişti bana, kızgın bakan bir suratın orta yerinden çıkan akreple yelkovanın enteresan yarışı sayesinde öğrenmiştim saati okumayı. Suratın kızgınlığı bana komik geliyordu. Babamın ve annemin, kahkahalar yumurtlayan suratımı neden endişeli bakışlarla izlediklerini şimdi daha iyi anlıyorum. Herkesin sevmek zorunda olduğu, ama herkesin içten içe nefret ettiği bir surata bakıp gülen tek canlı olmam yeterince ürkütücü olsa gerek. Bahsettiğim surat 50 yıldır iktidarda olan hükumetin kurucu başkanının suratı. Babamın anlattığına göre başlarda aynı surat, rakiplerinin suratlarını unutturacak kadar samimi bir gülümsemeye sahipmiş, rolünü kusursuzca oynuyormuş. Uzun zaman geçmeden, gülümseyen yüzünü de rakiplerinin yüzleri gibi unutturmuş. Damlalama yöntemiyle korku püskürtmüş topraklarımıza, korkmayanların boynunu eğdirmek, bizleri korkuyla büyütmek için. "Korku" kelimesi, korkmayan kimsenin kalmadığı bir toplumda anlamını çoktan yitirmiş, yalnızca birkaç cesur ebeveynin, kısık sesle anlattığı hikayeleri dinlemiş şanslı kişiler bahsedebiliyor korkudan. Korkuyorum, diyorlar hep birlikte, korkuyoruz, diyorlar ayrı ayrı, ama her seferinde kısık sesle.
Gün geçtikçe zorlaşan şartlarla baş etmenin tek yolu, çalar saat bağırmaya başlamadan birkaç saat önce kalkıp yazmak. Unutturulan sayısız şeye yenilerini eklememek için, diğer birçok şey gibi artık yalnızca anlamsız bir kelime olmaya yüz tutmuş hayalgücünün neslini tüketmemek için, çalar saat kadar yüksek sesle ya da iktidar kadar nefret yüklü olmasa da ses çıkarmak için, yıllardır alıştığımız sessizliği yalnızca hükumetin bölmemesi için...
Biraz geç de olsa, gökten korku yağan bir yerde açılan bir şemsiye, kuşbakışıyla geniş, çirkin, yağlı bir suratta çıkmış ufak, önemsiz bir sivilce gibi görülebilir. Sıkıp yok etmek için iki parmak yetebilir, ama umarım ileride nice ellerin yetemeyeceği bir ergen suratına döner o surat. Eskiyen, nefretle bakan iktidarlar yerine, yeniden sahte sahte gülümseyen, yeniden bizi bir süreliğine kandıracak yeni domuzlar tarafından yönetilmemiz için bu gerekiyor. Belki yönetim sistemimiz, seçme şeklimiz, hatta belki ismimiz bile değişmeli bu uğurda. Artık çalar saatlerle değil, başka şeylerle yönetilmeli, uyutulmalıyız.
Gelecekte bu sıkıntının son bulması için fitili ateşleyecek bir kahraman peydah olacaktır şüphesiz. Herkesin gördüğü, kimsenin söylemeye cesaret edemediği şeyleri söyleyecektir, insanların; "Biri çıksa da söylese" dedikleri şeyleri. Eskimiş destanlar yeniden yazılacaktır, insanlar adını duydukça tebessüm saçacaklardır, ta ki yeni bir kahramana ihtiyaç duyulana kadar, yeni şemsiyeler açılana kadar.

Klişetopya, 17/06/2111