27 Aralık 2010 Pazartesi

Transfer

acemite'yi, 1 yılı opsiyonlu, 3 yıllığına transfer ettik. İmza töreni, yarın basına açık olarak, Avni Aker Stadında yapılacaktır. Blog camiamıza ve tüm Türkiye'ye hayırlı olsun.
Hoş geldin acemite, umarız blogdaki bu iğrenç sessizliğe ses olursun.

Tinerci

Paraya ihtiyacım var. Kafam tekrar doluyor, renkler tekrar soluyor.
Medeniyetin orta yerinde yere tüküren adamın ağzından çıkmış gibi geldim dünyaya. Lüzumsuz, istenmeyen, kirli bir halim var, doğduğumdan beri. Her geçen gün biraz daha kuruyorum. Kurudukça siliniyorum.
İnsanlar beni gördüğünde yollarını değiştiriyorlar, çoğu zaman görmüyorlar bile. Paylaşacakları birkaç lirayı bile esirgiyorlar. Oysa ki ben onlarla tüm bu güzelliği paylaşabilirim. Paraya ihtiyacım var, acıkmamak, üşümemek, düşünmemek için, herkesin ihtiyacı olandan çok daha azına ihtiyacım var. Sağlıksız düşüncelerle dolu nice kafaların para kazandığı medeniyet, düşüncelerinden sıyrılmayı başarmış rengarenk kafamın parasız kalıp diğerlerine benzemesi için elinden geleni yapıyor. Sanırım yine çalmak zorunda kalacağım. Bu zoraki durumum kafamın içindekinin aksine sahip dramatik dış görünüşümü tanımlıyor: Ben, rengarenk medeniyetin, siyah beyaz lekesiyim, yıllardır. Dokunduğum renkler, nefesim değmişcesine soluyor. Onlar soldukça kafam renkleniyor. Üç kuruş para için düzene tapanların düzenini bozuyorum. Arka sokaklardan ölesiye korkan medenilerin hayatına, bölüm sonu canavarı tatsızlığıyla giriyorum. Henüz hiçbirini öldürmedim, ama bu güzellik için tüm dünyayı öldürebilirim.
Evi terk ettiğimden beri çok az uyuyorum!
Psikopat bir babanın dördüncü oğlu olarak, pek de heyecanlı karşılanmadım doğduğumda. Benden önce ağabeylerim tarafından çekilen çilelerin aynılarını çektiğim yetmezmiş gibi, bir de daha az umursandım. Çoğu zaman sessiz kaldığımdan, konuştuğumda sesim hep yabancı geldi. Kafamdaki ses, dış sesimi dışladı. Başka biri olmaktan korktum, içimde kaldım. Sonra, ailelerin kötü arkadaş dediği türden arkadaşlarım oldu, dışarı çıktım. Kafamdaki ses her geçen gün sessizleşti, ve sonunda sustu. Sustuğu gün, artık o korktuğum başkası olmuştum. Artık kendime güveniyordum. Kaçtım. Başta arkadaşlarımda kaldım, sonra beraber kaçtık. İçimize sığmayan korkularımızı, heyecanımızı, karanlıklara gizlemeye çalıştık. Karanlıklar ülkesinin karanlıkları yetmedi korkularımızı saklamaya. Aydınlık sokaklarla paylaştık, onlara da kara bulaştırdık. Tabii sürekli yemeğe ve barınacak yere ihtiyacımız oldu. Hiçbirini doğru dürüst bulamasak da, eksikliğini unuttuk bir süre sonra. Tıpkı pis kokan vücutlarımızın, kokladıkça kokmamaya başlaması gibi. Kokladıkça uçtuk, barınağa gerek kalmadı. Kokladıkça doyduk, yemeğe gerek kalmadı. Kokladıkça kokladık...
Yalnızca geceleri seyahat edebiliyorum. Işığın az olduğu dünyada renkler daha az gözüküyor, insanların bana daha fazla tahammülü oluyor. Renkliler griye, ben de renklilere yaklaşıyorum. Gecenin bir körü nereye gittiğini bilmediğim bir otobüsün son durağına doğru gidiyorum. Karşımda oturan çocuk bana bakmamak için elinden geleni yapıyor. Korkuyor. Pisliğimden, üstüne sıçramamdan korkuyor. Düzeni bozulmuş, hepten bozmamdan korkuyor. Birazdan sesleneceğim, daha fazla korkacak. Korksun, ben de korkuyorum. Cebindeki paranın birazına, asıl görevi boya silmek olan, ama benim kafamı rengarenk boyayan tinerden biraz daha almak, koklamak için, ihtiyacım var.
Acele etmeliyim. Kafam tekrar doluyor, renkler tekrar soluyor.

9 Aralık 2010 Perşembe

Kayıtsız - Can Simidi

Bir metropolu metropol yapan en önemli özelliği insanıdır. Sonradan öğrenilmiş toplum yaşamının sonradan görme bireyleridir metropol insanları. Hazır alınmış, mikrodalga mahareti yemeğin mideye oturması gibi hazmedilemez bir hal almaktadır bu model.
Bu çılgınlığın temsilcilerinden biri de benim. Kravatına kadar itina ile ütülenmiş takım elbisem de bu kutsal görevimde benim için seçilmiş olan üniformam. Görevlerim oldukça basit aslında; sabahın köründe şehrin kiraları daha ucuz bir bölümünden, iş merkezlerinin, plazaların, yüksek binaların olduğu bir bölümüne seyahat etmek, saatlerce aynı odanın içinde şehrin diğer ucuz kiralı bölümlerindeki insanlarla telefon görüşmesi yapmak, akşamında aynı yolu ters istikamette seyahat etmek. Sosyal yaşantım; bana uygun görülen görevin sağladığı statü çerçevesinde şekillenmiş, dengi dengine çalan davulların bozuk ritimlerle şarkılar çalmaya çalışmaları kadar.
Bir metropollu olarak hiçbir şeyden memnun kalmam, her şeyin daha iyisinin yapılabileceğine, yapılmak istenmediğine inanırım. Değişim için elimden sayısız şey gelebilecekken, yapabildiğim tek şey hayıflanmaktır. Bu çoğu zaman kendimin bile zor duyabileceği bir mırıltı şeklindedir. Alenen hakkım yenildiğinde dahi yandaşım olmadan sesimi yükseltemem. Dışarıdan bakıldığında zavallılık gibi görünebilir ama buna mecburum. Tek başıma yaptığım her şey mevcut düzenimi bozabilecek bir risk niteliğindedir. Gerektiğinde, boğulmamak için sarılıp boğabileceğim bir can simidi, yani bir yandaş olmadan bu riski alamam. Popüler fikirlerin rengine göre renk değiştiren fikirlerim, başkaları tarafından savunulduğunda ihtiyacım karşılanmış demektir, can simidim derdini, derdimi anlatmış ne de olsa.
Görevimi kusursuz bir şekilde yerine getirebilmem için her şeyden önce meraksız olmam gerekir. Çünkü merak çoğu zaman vicdanın, vicdan da yardımın ebesi konumundadır. Yardım ise metropolun kesinlikle kabul edemeyeceği kadar çağ dışı sayılan eski bir gelenektir. Sokakta düşüp bayılan birine yardım etmek için kalabalığı yaran "açılın ben doktorum" klişesi bugün köyüne dönüp tarlasıyla uğraşabilir, burada artık böylelerine ihtiyaç kalmadı.
Kendimi düşünerek, koruyarak geçirdiğim hayatımı, başkalarıyla ilgilenmeyerek daha hızlı geliştirebiliyorum. Bu yöntemi, benden önce, köyden şehre gelip köyde kalanlarına siktir çekmek pahasına tecrübe eden büyüklerimden öğrendim. Fakat başkasının tecrübeleriyle yaşayan her zavallının düştüğü duruma ben de düştüm sanırım; ezberlediğim yaşanmışlıklarla yaşadıklarım örtüşmedi, ezber bozuldu, ilgisizliğim kontrolden çıktı:
Kalabalık bir ortamda, silah sesini duyan her insanın yapması gereken şey silah sesinin geldiği yönün aksine koşmaktır. Bunun şehirle ya da metropolle bir ilgisi yoktur. Temel bencilliktir, her insanda görülür. Ezberden yaşadığım metropol insanlığımın bana kazandırdığı bencillik artık o kadar büyüdü ki, bazen temel bencilliğimi bile unutuyorum. Kendi hayatımı umursamayıp; "Bir bu eksikti!" diye monotonluğun bozulmasından dert yanıyorum. Kusursuz bir kayıtsız olmama çok az kaldı.
Bencilce ölmeme çok az kaldı.


Sevgiler,
Can Simidiniz

7 Aralık 2010 Salı

Mimarlık Tarihi 1 Hakkında

Tarihe taraflı bakmamızın tavsiye edildiği bir tarih dersinin sınavına hazırlanmak şüphesiz ki gelecek için (ki bu gelecek on dakika sonrasını da kapsar) beyhudedir. Sanat ve Mimarlık Tarihine Giriş dersinin, odunları bile düşünmeye zorlayan atmosferinden sonra tarihe böylesine sağlıksız bir açıdan yaklaşılan bir ders; tarihten soğutan, nefret ettiren, ezberci eğitim sisteminin ayaklarını öpen, bir dediğini iki etmeyen bir derstir ve maalesef lüzumsuz vakit kaybıdır. Notla öğrenciyi korkutup, üniversite ortamında karşılıklı fikir alışverişine müsaade etmeyen bir tavırla ders işlemek, ardından; "Tarihine sahip çıkmayan, tarihini araştırmayan bir toplumuz biz, vah yazık, tüh yazık" diye ağlamak da, kimse kusura bakmasın, iki yüzlülüktür.
Şimdi, tarihe tarafsız bakmaya ve zavallılıktan bir adım öteye gidememiş sonsuz slaytı ezberlemeye kaldığım yerden devam edebilirim.
Saygılar.