10 Ekim 2010 Pazar

Özlüyorum... -Karnın hala aç mı?

Tertemiz bahar havası. Çok severdi bu kokuyu o kadın. Derin bir nefes çekti içine.Yüzünde bir gülümseme. Camları sonuna kadar açtı. İçeri gitti. Çok sevdiği yeşil elbisesini giydi, makyajını yaptı. Saçları sapsarıydı, gözleri masmavi. Güneş, insanları sevinçten ağlatabilmek için elinden geleni yapıyordu, deniz hoş sohbete ortak bir duble rakı gibiydi; hem dile hem kalbe... Radyoda en sevdiği şarkıyı buldu; hani şu kuşların da olduğu... Arkada istiklalin sesi... Ne zaman duysa bu şarkıyı dans etmeye başlardı. Yine öyle yaptı. İnsanlar nasıl da hareketli şimdi. Herkesin bir acelesi var. Bak şu gülen adama, koşan kadına bak. Dans etmeyi o kadar çok seviyordu ki o kadın, geceleri bile durmuyor dans ediyordu. Çok mutlu görünüyor. Makyajı yerindeydi, saçları sapsarıydı gözleri masmavi. Daha sabah kahvaltısı bile yapmamıştı oysaki. Mutfağa girdi.
Haydarpaşa o gün çok kalabalıktı. Sanki herkes gitmek için ordaydı o gün. Herkes özlemeye o kadar mecbur görünüyordu ki... Kimi genç, kimi yaşlı, kimi daha çocuk, zengini de var fakiri de... Baksana ayağındaki ayakkabıya; şimdi çıkacak sanki ayağından.
İnsan giderse özler...
Dolabı açtı, en sevdiği yemek oradaydı. Oydu onu doyuran. Kurdu masasını boğaza karşı. Karşıda Sarayburnu...
Bir yandan da ağlıyor.
-Ozaman gitme. Neden gidiyorsun ki?
-Gitmezsek aç kalırız, diyor.

İyice doyurdu karnını. Sofrayı öylece bıraktı. Çekmeceyi açtı, bir dal sigara aldı. Uzandı kanepeye, sigarasını yaktı. Gözlerini gökyüzüne dikti, bir nefes çekti.
Galata köprüsü yine dolu, herkes balıkta, kimisi alışverişten dönüyor, liseliler el ele. Martılar sanki sırf kendilerine simit atan insanları mutlu etmek için simitleri alıyorlar. Aha! Kaza oldu köprüde.
Elleri okadar narindi ki bir izmariti bile tutmayı beceremiyor.Allah'tan hemen söndürdü sigarayı da halı yanmadı. Güneş tam tepede. Sıcacık bir bahar havası. Bankanın önündeki kuyruğa bak. Dolmuşa binen insalar birbirini eziyor resmen. Trafik arapsaçı...
Çok da titiz değil aslında o kadın. Ama yine de etrafı biraz toplamaya çalıştı. Camları sildi. Masa hala dağınık. Küllüğü boşalttı. Rafların hali içler acısı. Kitaplar yerlerde. Parktaki amca neye sinirlendi acaba. Ne okudu ki gazetede? Klasik bir İstanbul haberine canı sıkılmış olamaz, alışkın olması lazım. Allah bilir hangi köşe yazarı ne zırvalamıştır yine. Baktı düzen ona göre değil, bıraktı herşeyi olduğu gibi. Nasılsa yarın yine dağılacaktı.
Hava kararmaya başlamıştı. Hiç sevmez karanlığı o kadın. Hava karardıkça, o evinin ışıklarını bir bir yaktı. Ezan sesi de duyuldu. Mahya ne güzel ışıldıyor. Köprü bir çift inci küpe gibi parlıyor. Korkudan ne yapacağını bilemedi o kadın; radyonun sesini sonuna kadar açtı. Sokak müzisyenleri, sarhoş gençler, gece kulüpleri, klaksonlar, ambulanslar, kediler, köpekler...
Artık uyku vakti gelmişti. Aynanın karşısına geçti.
Boğazın taklitçiliğine bak; ne görüyorsa aynısını gösteriyor akşam vakti. Ay bile ayaklarının altında...
Önce rimelini ve farını sildi. Yazık kadına ya... Belki de emekli maaşı vardı o çantanın içinde. Rujunu da sildi sonra. Çantayı alana da yazık; baksana şu hayatına. Lenslerini çıkardı. Gözleri kan çanağına dönmüş. Kim bilir hangi dertten attı kendini boğazın güzel gözlerine? Küpelerini çıkardı, kolyesini çıkardı, siyah geceliğini giydi o kadın. Sıcacık yatağı onu bekliyordu artık.


Melih, Freiberg, 09.10.2010