26 Haziran 2010 Cumartesi

11 Haziran 2010 Cuma

Yaz

Savaş yok. Bütün dersleri geçmişim. Terletmeyen, tatlı bir sıcaklık var. Özgürlük, son on beş bin yılın en yüksek seviyesinde. Açlık yok. Devlet hala var, ama kimse şikayetçi değil.
Aniden kapı açılıyor. Mutlulukla arama "meğer hepsi rüyaymış" klişesi giriyor. Saatlerdir gıda namına bir şeye rastlamayan ağız salgılarının içine sıçtığı ağzımdan tükürükle karışık sessiz bir küfür çıkıyor. Hava çok sıcak.

- Saatin kaç olduğunun farkında mısın?
- Kusura bakma uyuyordum, fark etmemişim.

İnsanların uykuya karşı takındıkları tavrı hayretle izliyorum. O kadar güzel bir dünyadan beni kopardıkları için benim kızmam gerekiyorken, dünyadaki her boktan şeye benim geç uyanmam sebep olmuş gibi onlar bana kızıyor. 10 dakika geç kalan öğrencisine savaş suçlusu muamelesi yapan öğretmenin suratıyla; kahvaltıda ne istediğimi soruyor. Kahvaltıda da uyumak istiyorum, tabii bunu paylaşmıyorum. Yumurta, diyorum, bilinçsizce çıkıveriyor ağzımdan. Ağzım yumurtluyor, ve ben o yumurtanın içinde bile uyuyabilirim.
Suratıma çarptığım su, her seferinde ardında yalancı bir serinlik bırakıyor. Bu harekete sonsuza kadar devam etmek istiyorum, sonsuzluğun ne olduğunu bilmediğim uyku halini özlüyorum, ama yemek yemem ve çalışmam gerekiyor. Reklamlardan kazandığı yumuşaklıkla 4 günlük sakalıma takılan havlu bile benden şikayetçiymiş gibi geliyor.
Çalışıyorum, ya da çalışıyormuş gibi yapıyorum. En kaliteli şarabı içerken Afrika'daki açlar için göz yaşı döken elleri ojeli kadınlar gibiyim. Aşağılığım. Tembelim. Yalnızca kupkuru bir lafım. O kadar uykum var ki...
"Dünyayı kurtarması gereken biri, sırf dünyayı kurtarması beklendiği için dünyayı kurtarıyorsa, öyle dünyanın içine sıçayım." yazıyor defterimin ilk sayfasında. Defterin sonuna doğru gitmem gerekiyorken sürekli başına dönmem, ilk sayfadaki bu sözü benim yazdığımı ispatlıyor sanki. Canım sıkılıyor. Hayatını bir sözle özetleyebilen biri olmak bu kadar popüler olmamalı, diye düşünüp sayfayı yırtıyorum. Biraz daha az aşağılığım artık. Yaşasın!
Beni tanıyan herkesin, tembelliğimi tasdiklemesi, tanıdığım herkesin kendini çalışkan markasının orijinal malı ilan etmesi anlamına geliyor bence. Başkasına salak deyip kendi zekiliğinin reklamını yapan zihinle aynı fabrikadan çıkma bu eylemin üreteni. Hepsini, herkesi çok seviyorum, uyurken. Ama uyutmuyorlar. Sevilemiyorlar maalesef.
Bukowski'yi bu aralar pek iyi anlıyorum, ama bana bir haftalık uyku da yetmez. Aylarca uyuyabilirim, ve tabii ki aynı insanlar bana da bunun için izin vermez. Medeniyet beni öperek uyandırır her seferinde. Boktan işleri için bombok bir hayatın içinde koşturur beni, sabahın 9'unda bir yöne, akşamın 6'sında diğer yöne...
Fiziksel sağlık için 8 saatin yeterli olduğunu savunan zihinler, zihinsel sağlıkları için o 8 saatin yetmediğinin farkında değiller maalesef. En azından benim fakir zihnim o 8 saatte dinlenemiyor, çünkü aniden uykumla arama giren medeniyet her seferinde beynimin bir tutamını zedeliyor. Hayalimi güçsüzleştirip, daha kısa rüyalar gören bir aptala çeviriyor beni. Önce tembelliğimi engelliyor, sonra da tembel damgası vuruyor. Kendisiyle çelişen ve ne istediğini hala bilemeyen caanım medeniyet, daha fazla çalışmamla bu açığını kapatabileceğine inanıyor, hala!
Daha fazla uyumak, herkesi daha çok sevmemi, daha az yormamı sağlayabilir. Daha fazla uyumayı da maalesef yalnızca yazın becerebiliyorum, becerebiliyordum. Şimdi de güzellikler ülkesiyle arama medeniyetin daha küçük bir ambalajla paketlenmiş bir öpücüğü giriyor. Ben herkesi daha çok sevmek isterken, herkes daha az sevilmek istiyor. Varsın daha az sevilsinler. İki tane mor torbaya onların sevgilerini sığdırabilirim, bir süre daha.
Şimdi biraz daha çalışmalıyım. Sonra erken yatmalıyım. Sabah erken kalkacağım.

8 Haziran 2010 Salı

Sonsuz

4 yıl, 22 gün, 13 saat.
26.10.2010, 21.30

Dünya bizi kandırıyor! Sürekli dönerek olmadık bir zaman bilincine itiyor bizi. Biz de kafamıza göre dilimleyip zamanla yaşamayı kabul ediyoruz. Enayiliğimizi tasdikliyoruz. Kaydetme hevesimiz, zamana ihtiyacı doğuruyor ve enayiliğimizin başlıca sebebi oluyor.
Zamana inanıyoruz, zamanla yaşlanıyoruz.
Zamanı o kadar küçük dilimlere ayırıyoruz ki, büyük dilimler sonsuzlaşıyor. Sayma aşkımız, birim hevesimiz, ölçme hastalığımız bize; tahayyül edemediğimiz sonsuzluğu, çevresine bir kurdele bağlayarak hediye ediyor. Önce zamanla kendi küçüklüğünü ve durgunluğunu ispatlayan insan, daha sonra diğer "şey"lerle kendi sonsuzluğunu ispatlamaya çalışıyor. "Şey"leri sayıyor, ölçüyor, tartıyor... Sınırlandırıyor! Böylece kendi sınırlarını bilmeyen ve sınırlandırdığı şeylere hükmedebilen insan, kendini sınırsızlaştırıyor, sonsuz oluyor.

-

- Yanıma gelsene.
- Bir şey yazıyorum.
- Peki.

-

Sonsuz oluyor...
Sınır...
Siktir!

-

- Yine aynı şeyi yaptın. Ölmeyi de mi ben öğreteceğim sana be kadın?
- Sen öldüremezsen, ben ölemem.
- Peh! Öldüremezsemmiş! Çık şuradan artık ne olur!
- ...
- Her seferinde aynı bok!
- Yanıma gelsene.
- Yeter...

-

4 yıl, 22 gün, 23 saat.
27.10.2010, 07.30

Yine bir sabah, yine ayrılık. Yeni umutlardan kaçmanın tek yolu uyumak. Uykusu olmadığı halde uyumak isteyen bir insana, 10 dakika sonsuz gibi gelebilir.
"Ne güzel sarılıy..."
Sonsuzdan kaçmanın bir yolu da saymaktan vazgeçmek olabilir.
"Bir kere de olsa öpm..."
Sonsuzdan kaçmanın bir yolu da sevmekten vazgeçmek olabilir.
"Seni seviyorum..."
Kaçmamak da olabilir.

-

∞ yıl, ∞ gün, ∞ saat.
27.10.2010, 07.30

- Yanıma gelsene.



Hep daha boktan olabildiğin için hep daha güzelsin.