27 Aralık 2009 Pazar

19.30-22.00

Bazen yapamıyorum.
Biri binle tartamıyorum.

Tek cümle geçiyor
beynimden
çekip alamıyorum.
Tek cümle geçiyor
istemeden
anlam bulamıyorum.

Bak işte,
geçti yine saatler...
Ben yine duruyor,
duruyor,
duruyorum.

Mıhlasam o cümleyi,
çıkarsam atsam kalbimi,
beynimi.
Bir kum tanesi olsam da
aksam zamanda
sensiz,
bensiz..

Biri binle tartamıyorum.
Bazen yapamıyorum.

Yalnız

Uyandığında saat 10.35’ti. “İşe geç kaldım” diye düşündü. İş yerini aradı, açan olmadı. Zaten bir mazeret de düşünmemişti. Belki saçmalayacaktı, böylesi iyi olmuştu. Kahvaltı yapmak için dışarı çıktı. Sokak hiç olmadığı kadar boştu. Hayret etti. Her sabah uğradığı pastaneye gitti, kapalıydı. Bir şeylerin ters gittiğini düşündü. Caddeye kadar yürüdü fakat yolda kimseye rastlamadı. Caddeye vardığında sakinliğini yitirdi, korkmaya başladı. İnsanlar neredeydi?

Daha sonra aklına televizyona bakmak geldi. Elbet mantıklı bir açıklaması olmalıydı bu durumun. Köşedeki dükkana kadar koştu, vitrindeki televizyonlara baktı. Hiçbir kanalda yayın olmadığını fark ettiğinde telaşı hepten arttı. Yalnızlık ilk defa bu kadar yakınındaydı. Bir sigara yaktı ve küfretti. Bu onu biraz rahatlatmıştı. Sonra tekrar küfretti, bu sefer bağırarak. Sonra gülmeye başladı. Artık ahlak yoktu, çünkü yalnızdı. Hatta artık hiçbir şey yoktu. Yalnız kalmak aslında o kadar da korkutucu değildi. Tadını çıkarması gerektiğini düşündü. Caddedeki en yakın araba galerisine gidip en lüks arabanın camını kırdı. Arabanın alarmı çalmaya, o da kahkaha atmaya başladı. Araba, kahkaha kadar yüksek ses çıkaramıyordu, onun mutluluğu arabanın İmdat’ından daha kuvvetliydi. Yeni arabasını, benzini bitene kadar sürdü. Sonra, güzel bir kadın görmedikten sonra en güzel arabaya binmenin bir anlamı olmadığını düşündü. İndi arabadan. Tuvaleti gelmişti. Bir tuvalet bulmak için 5 dakika gezindikten sonra yolun ortasında durdu, güldü, tuvaletini yaptı. “Yalnızlık” dedi, “ne kadar güzelsin”. Üstündekileri çıkardı, çırılçıplak dolaşmaya başladı. Yorulana kadar yürüdü. Acıktı, bir restorana girip bir şeyler hazırladı kendine. Yalnız başına yemek yedi. Sessizlik iştahını açmıştı. Yemekten sonra dışarı çıktı, amaçsızca yürümeye başladı. Uzaklaşmaya ya da yakınlaşmaya.

Bir kitapta; doğumundan itibaren yalnız kalan insanın, çevresinden etkilenmeyen bir karaktere sahip olacağından ilk insanın saflığını taşıyacağı ve “öz insan”ın konuştuğu dili konuşmaya başlayacağı, öz insan gibi davranacağı iddiasını okumuştu. Bu iddiayı kanıtlamaya çalışan, bunun için de oğullarını denek olarak kullanan insafsız babaların hikayelerini okumuştu. Başka bir kitapta da, çevresinden uzaklaştığı, kalabalıktan sıyrılıp yalnız kaldığı için deliren bir adamın hikayesini okumuştu. “Ölene kadar konuşmadan yaşasam öz insana mı, bir deliye mi dönüşürüm acaba?” diye düşündü. Sonra da, öz insanın aslında deli olduğuna karar verdi. Öz insanın konuştuğu dil de “zırvaca” olabilirdi.

Sıkılmıştı. Oysa ki yalnızca 5 saat yalnız kalmıştı. “Bir şeylerle meşgul olursam bu sıkıntıdan kurtulabilirim” diye düşündü. Tam o anda bir kütüphane gördü ve düşünmeden içeri girdi. Bu durumu araştıracaktı; yalnızlığı. Saatlerce yalnız kalmayı anlatan birçok yazı okudu. Ama aradığını bulamamıştı. Boş verip başka şeyler okumaya karar verdi. Şamanizm hakkında bir kitap gördü, okumaya başladı. Kitaptan; kalbi sağda olan insanların ruhlarının vücutlarından çıkmayacağına inanıldığını öğrendi ve kafasındaki soru işaretleri bir anda dağıldı. Eli, sağ göğsüne gitti. Kalbi göğsünü delmek ister gibi atıyordu. Demek bu yüzdendi. Yalnız kaldığını öğrendiğinde yaşadığı korkuyu tekrar yaşadı. Unutulmuştu. Yalnız kalmasının sebebi unutulmuş olmasıydı. Kütüphaneden çıktı, ağlıyordu. Adem’in son torunuydu, ve Adem’den daha yalnızdı. Gökyüzüne baktı; “Beni unuttun mu?” diye bağırdı, “Beni unuttun mu baba?”.

Oturduğu sokağa kadar koştu, sokaktaki kasabın camını kırdı, bulduğu en büyük bıçağı aldı ve dışarı çıktı. Yavaş adımlarla meydana kadar yürüdü. Meydanın orta yerinde diz çöktü. Hala ağlıyordu. Unutulan olmanın acısı hiçbir şeye benzemiyordu. Bıçağı -onurunu yitirmiş bir samurayın, kılıcını tutuşu gibi- vücuduna dik şekilde tuttu. Göğsünün sağ tarafına yavaşça soktu, kalbine. Yalnızlıktan, yalnızlığa sarılarak kurtuldu, gülümseyerek.

Frank Zappa'dan Bir Aydınlatma Anı

"I'll tell you what classical music is, for those of you who don't know. Classical music is this music that was written by a bunch of dead people a long time ago."

26 Aralık 2009 Cumartesi

Lodos

Sigaramın yarısını rüzgar,
Diğer yarısını yine rügar içti.
Göt.

Mavi Derviş

Ah deniz,
İki yaşımdayken tanıştım seninle
Bırakıp annemin elini
sana koştum.
Çığlıklarına aldırmadan.

Buluştu vücutlarımız...
Hatırlıyorum desem yalan olur ama
Biliyorum senden korkmadığımı
Bana verdiğin o garip hisse hayran kaldığımı.

Seninle yakaladığım huzur;
Sanatımda,
Sanatında ve sanatlarında,
Durgunluk oturuşumda,
Sigaramın sönük kırmızısında ve muhabbette
Seyrek yakaladığım o huzurun aynısıydı:

Sonsuz çokluğu hissettim,
Çokluğun birliğini hissettim.

Nefes alamadığımda derinliğinde,
Kalamadığımda bütünümle birliğinde,
Nefes alabilmeyi dilemedim,
çaktırmadan,
Nefes almak zorunda olmamayı diledim.

Ah büyük ustam,
Seni ziyarete pek gelmiyorum farkındayım.
Çıkacağız daha uzun yolculuklara başbaşa;

Belki beni yutacaksın,
içinde kaybolacağım.


.



Belki ayrılacağız birbirimizden,
Bir ara daha vereceğiz sükun-u olgunluk için.

Belki de bilgece ayrılacağız birbirimizden,
Bakan ayrıyız sanacak,
Gören birlikteliğimizi selamlayacak.

25 Aralık 2009 Cuma

Çocuk

Sevgili Deve,

Dinle bir şunu:
Bir çocuk var, 3, 4 belki de 5. sınıf öğrencisi, çocuklara küfredip ara sıra dövse de sınıf öğretmenini sevdi. Çocuk , saf, kim bilir nesini sevdi öğretmeninin. Belki güçlü duruşuna, saçlarına hayrandı, belki de gerçekten bir şeyler öğretti çocuğa. Bir gün atıldı öğretmeni okuldan. Biri şikayet etmiş çocuğumu dövmüş bilmemne yapmış diye. Çok ilginç bu şikayeti de ciddiye alıp atmışlar öğretmeni. Kim bilir kaç çocuk sıra dayağında umudunu, cesaretini yitirdi de dayağı atanlar yaşlı solucanlar olup da ayrıldılar okuldan. Neyse... Bizim çocuk sevmişti ya öğretmeni, üzülmüş öğretmeni gidince okula ilgisini kaybetmiş. İşin kötüsü yeni öğretmen bulunamadığı için başka bir sınıfla derslerini yapıyorlarmış artık. Otuz artı Otuz Altmış kişi, bir sınıfta... Bundan sonra çocuk, ders çalışmamaya, ders konusunda annesine yalan söylemeye başlamış..
Bu hikayeyi çocuğun annesinden, kadının çaresizliğine, 'elden ne gelir'ciliğine tek söz edememenin tıkanmışlığıyla dinledim. Ne dersin ki kadına, kocası fıtık olmuş çocuklarını besleyebilmek için gece gündüz çalışıyor.. Farkındayım duygu sömürüsü oldu yazdıklarım.. Ama işte durum da bu, olan bu; duyguları, arzuları, heyecanları sömüren, inançsız insanların çocuklarını kör topal yetiştiren bu düzen mi, sistem mi her ne boksa, her ne dönüyorsa içine ettiğimin dünyasında, devenin sırtına her geçen gün yeni yükler atıyor, yavşak bir bedevinin rahatlığıyla.
Ne yapmalı diye bir sordun mu kendine?
Sordun deve sordun. Çektiğin zifir dolu her nefeste, yüz kere, bin kere sordun. Dostunun yüzünde, gözünde, dilinde ellerinde aradın da kıvrak, hain bir soru işaretiydi bulduğun.. Dost..
Deve'n

20 Aralık 2009 Pazar

Deve Mektupları

Sevgili Deve;
özledim seni. Hayli zaman oldu görüşemiyor, iki çift söz edemiyoruz. Yokluğunda sabit kaldım, değişmedim. Bu da beni oldukça rahatsız eder oldu. Düşünmem, üretmem, halletmem gereken çok şey varken, koşan bir ağaç kadar sabitim. Fikir almak, fikir vermek için tutuşuyorum.
En kısa zamanda görüşmek ümidiyle.
Deve'n.

16 Aralık 2009 Çarşamba

Ateş

Buza saplanmış ya da saplanmak üzere olan hörgüçler, ateşi beklemekte, hayal etmektedir. Soğuğun yarattığı rehavet düşünceleri de dondurmak üzeredir. Düşünceleri asıl donduran şeyse utanmanın sebep olduğu korkudur. Henüz, "Oysa ki korkacak ne var ki?" diyememiş bir devenin hörgüçlerinin utanması pek de normaldir aslında.
Yakında (ki bu dünyanın en büyük yalanı olmaya adaydır), okunmamanın verdiği rahatlıkla tanışacak olan hörgüçler, sigara yakarcasına düşüncelerini ateşe verecektir. Yalnızca beklemek, düşünmek, acımak, acıtmak ve durmak gereklidir.

15 Aralık 2009 Salı

Buz

ÜçünbirivsÜçündiğerikisi'nde ıssız saatler yaşanmaktadır. Birkaç lakırdı ortaya atılmış, tembelliğin paslı zincirleri hörgüçlerin ellerine, gözlerine; hayata direnen zihinlerine dolanmıştır. Belki de 'kar toplamakta'dır buz tutmuş hayalleri. Kuburga'nın 'yalnızlık' tanımını deneyimleyen lanabuzer kabzanın sapına yapışmış bu donuk andan kurtulmak için çırpınmaktadır; ancak buza sapladığı her darbe çaresiz çırpınışlardır ateşin yokluğunda...

LAN?

Yazın olum!

Dua

Ben ateşe taparım!

Hayat

Yalımlarında can bulur,
ölüler
kavrulur,
yalanlar mahvolur,
dillerinde
parlak zırhlı
yılanlar kıvrılır,
dilsiz,
çaresiz..

Işık

Issız karanlığında
yalnızlığın
patlar
sonsuzluk yolunda
bir Derviş,
parlar
yabaya aç ruhunda
,en kanlı savaş,
başlar..

Ateş!

Hayalinde bir heyecan,
yaşayanın
,kırmızı
sıcak,
O günde, ki
mahşeridir yalanların,
sokaklar yanacak!
Yıkımın neferleri
saracak,
lime
lime
parçalayacak
cübbesini
büyücü kralın.
Küllerinden yükselecek
bembeyaz,
zaferin kuleleri
Işık ve Hayat dolu...
...
Ve unuttuğunda adem toprağı,
Patlayacak yine cehennemin gazabı
daha parlak,
daha sıcak,
kıpkırmızı..


13 Aralık 2009 Pazar

Tıkanma

Aşk deyince aklıma geldi,
...Hayat nasıl?

Umut(?)

Ey Aşk!

ses ver aksini duyayım göğünde,
içimde
binbir fırtınalarla dönen
meşkin..

kaburgalarımda hapis,
çılgın,
bir kurdun çığlığı gibi
Vahşi!

Ah Aşk!

bir yol ak,
ateş ol
ademi yak..

kırk yılan ülkesinde
zehirlenmişe veba
bu Çığlık son bulmadan...


9 Aralık 2009 Çarşamba

Deve ve Klarnetçi

Bir deve akşamı, muhabbet her zamanki tatlılığında. Arka planda güzelim müzik, muhabbetin üstüne tarçın serpiyor. Sonra o müzik deveye yaklaşıyor. Yaklaşıyor ve deveyi göz yaşlarıyla boğacak kadar yakına geliyor. Müzik, dünya tatlısı bir çingenenin ağzından, göz yaşları da gözlerinden çıkıyor ve klarnetin ucunda buluşuyorlar. Belki atmosferden, belki de sahiden iyi çaldığından, çingenenin müziği deveyi susturuyor, deve ilk defa konuşmadan dinliyor: Altı tane kızanından, sürekli para isteyen karısından ve hayatının büyük bölümünü karartan parasızlıktan bahsediyor klarnetçi. Memleket hallerini, edebiyatı, ıvırı zıvırı düşünen deve ilk defa tekil bir insan üstünde düşünüyor. Arada susan klarnetçi cebindeki mendille göz yaşlarını siliyor, bir masada 4 saattir klarnet çaldığından, taksiye bile yetmeyecek para verdiklerinden bahsediyor. Devenin de parası olmadığından yardım edemiyor klarnetçiye. Hüznün en koyu olduğu anda "Karagöz'e benzeyen" geliyor. Klarnetçi'nin can dostu Karagöz'e benzeyen. Osman abi bize 20 lira verdi, diyor. Klarnetçi ilk başta inanamıyor. Daha sonra 20 lirayı görüyor ve o gece belki ilk defa seviniyor. Deve'nin uğurlu geldiğine inanıyor Klarnetçi: Bir şarkı iste benden, diyor. Deve, Klarnetçi'nin sevincine ortak olmuş: Sen ne istersen onu çal be abi, diyor. Biraz ısrardan sonra Deve istiyor, Klarnetçi çalıyor. Çalarken ağlıyor, ağlarken çalıyor. Belki mutluluktan, belki hüzünden. Ağlıyor Klarnetçi, klarneti ağlatıyor. Ve müzik göz yaşı kadar somut oluyor. Klarnet nota ağlıyor, akıllar düşünüp acımaya başlıyor.

Aksam bitip de
Gelince efkâr kapıya,
Ağlamak çağırır,
Ağlamak sevdiceğe.

Çalarsın kapısını hüznün,
Ağlamak açar kapıyı;
Elinde klarneti,
Dilinde türküsüyle.

Altı tane kızanı,
Mutlu gençlik yılları,
Şarap kokan nefesi,
Kalbinde müziğiyle.

Ağlarsın o notalar
İşler ya yüreğine,
Ağlarsın o ağlarken
Uzak sevdiceğine.